Şiraz ve Şehzade


Bahar gelince yaylaya gider, bütün yaz orada kalırdık. Kasaba sıcaktan kavrulurken orada hep bahar havası yaşanırdı. Dağlar arasında, yemyeşil bir vadinin en güzel yerindeydi obamız. İki odalı küçük bir kulübemiz vardı dededen kalma, bize yetiyordu. 

Özellikle gecelerini severdim yayla günlerinin. Dışarısı hafif aydınlık olurdu. Yıldızlar yağardı üzerimize, ay bir başka gülümserdi. 

Bir gece kulübenin kapısında oturuyordum. Hava zifiri karanlıktı. Rüzgâr dinmeyen bir uğultuyla esiyordu. Bir gölge gibi süzülerek geldi annem, yanıma oturdu. Uykusu kaçmıştı sanırım. Birlikte epey müddet sustuk.  

Derken, elini omzuma koydu ve “Bak, karşı dağda mavi bir ışık var. Hep gece yarısı yanar. Sadece zifiri karanlık gecelerde fark edilir. Mübarek adam teheccüte kalktı” dedi.

“Kim kalkıyor anne? Hangi mavi ışık?” diye hayretle sordum.

“Bir ermiş. İsmini bilmiyorum. Eski zamanlarda yaşamış. Hep aynı vakitte kalkar.”

Baktım, gerçekten de mavi bir ışık gördüm. Bir azalıp bir artıyordu. Dikkat etmeyen farkına varamazdı. “Gökyüzünden kayalara vuran ışıkların bir yansımasıdır belki de” dedim. 

“Hayır” dedi annem, “gökte ışık yok ki yansısın. Kayalar arasında bir harabe var, ışık oradan yayılıyor. Türbesi de orada bir yerdeymiş. Binanın bazı duvarları hâlâ ayaktaymış. Küçük bir de oda varmış, kubbeli. Baban gidip görmüş, bana anlatmıştı, ondan biliyorum.” 

Beni bir meraktır aldı. Bu sırrı çözmeden rahat edemeyecektim. Gidip kendi gözlerimle görmeliydim. Harabeye ulaşmam için saatlerce yokuş tırmanmam gerekecekti. “Yarın ilk işim, gidip bu tarihi harabeleri incelemek olacak anne” dedim. 

“Sen bilirsin. Fakat dikkatli ol, okuyup üflemeyi ihmal etme. Harabelerde cinler yaşar. Felak ve Nâs oku, avucuna üfle, sonra da ellerini başına, bedenine sür” dedi.

Gece sabahı zor ettim. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde olan harabeye gitmek üzere erkenden yola çıktım. Kuşluk vakti girene kadar sürekli yürüdüm. Nihayet hedefe ulaştım. Kayalar arasında kalmış harabeyi görünce beni bir heyecan sardı. Belki ruhaniler vardır diye selam verdim. Bu görünmez yaratıkların kötü cinler olması ihtimalini düşünerek annemin tembihlerini yerine getirdim. 

Bir süre bekleyip etrafı ve harabenin içini dinledim. Rüzgârın uğultusundan ve dağ kuşlarının ötüşünden başka ses işitmedim. Yıkık duvarları, bir zamanlar muhtemelen kapılı olan dehlizleri, yosun tutmuş taşları inceledim bir süre. 

Biraz da ürkerek kubbeli odaya girdim. İçeride kuşlar varmış. Ben girince gürültüyle uçtular. Yüreğim ağzıma geldi. Kısmen karanlıktı. Yanımda götürdüğüm el fenerini yaktım. Etrafı gözden geçirmeye başladım. Tabanda ve duvarlarda yabani otlar bitmişti. Yerde kertenkeleler gördüm oraya buraya kaçışan.  

“İnşallah yılan yoktur” diyerek irice bir taşın üstüne oturdum. Sade bir odaydı bu. Ne kapısı kalmıştı ne de penceresi. Maziden bir iz, bir eser, bir yadigâr bulmak ümidiyle odayı incelemeye başladım. 

Tavana yakın bir yerde küçük bir oyuk görünce heyecanlandım. Eskilerin 'tava' dedikleri türden bir oyuktu bu. Dikkatle bakmayan birinin farkına varmasına imkân yoktu. İçinde saklı bir şeyler olabilir miydi acaba? 

Bir yolunu bulup bakmalıydım. Taşları üst üste koyup merdiven hâline getirdim, yine yetişemedim. Tavaya benzeyen oyuğu elimle yoklamaya karar verdim. Parmaklarım yumuşak bir nesneye temas edince dehşetle irkildim, az kalsın düşüyordum. 

Neydi bu? Kıvrılıp yatmış bir yılan olabilir miydi? Fakat cansız bir nesneymiş gibi gelmişti bana. Tehlikeyi göze alarak taş merdiveni biraz daha yükseltip baktım. Evet, yanılmamıştım, cansız bir nesneydi bu. Bir deri mahfazaya benziyordu. Küfle kaplıydı. Mendilimle tutarak aldım. 

Mahfaza silindir biçimindeydi. Her iki tarafından büzülmüş ve deri bir iple sıkıca bağlanmıştı. İpleri çözdüm. Deri katları özenle açmaya başladım. İçinden bir defter çıktı. Deriye temas eden kısımları küflüydü. Dikkatle temizlenmesi gerekiyordu. Harabede biraz daha incelemeler yaptım ama başkaca bir şeye rastlamadım. Mahfazayı ve defteri yanıma alıp yola düştüm.